Eve Yolculuk

Her sene olduğu gibi bu sene de Ocak ayında kendime bir aylık boş zaman ayırdım. Fakat her sene yaptığımın tersine, bu sene bu boş zamanda bir yere gitmedim. Zihnimde bir sürü anlık plan ve farklı yerlere gitme arzusu belirse de, onlarla hareket etmedim. Meğer farkında olmadan evime doğru bir yolculuğa çıkmışım. Ve bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu şimdi anlıyorum!

Ayın ilk günlerinden birinde, evde bilgisayar başında çalışırken, gözüm bir anda çalışma masamla pencerenin arasındaki sıkışık alanda, katlanmış bir şekilde duran bisikletime kaydı. O an bir süredir bisikletimi kullanmadığımı farkettim. Bunun üzerine onu o sıkışık alandan çıkartıp salonun ortasına getirdim ve açtım. Lastikleri biraz inmişti. Selesinin altındaki pompayı çıkardım ve lastiklerini şişirdim. Zincirini temizledim ve yağladım. Bunların üzerine bisikletle dışarı çıkıp biraz dolaşmak geldi içimden. Bisiklet kaskını ve eldivenlerini taktım. Yarım saatlik küçük bir akşam turu yaptım. Nişantaşı’ndan Harbiye üzerinden Taksim’e kadar gidip geldim. Yağ gibi kayarak gittim yolda. Özlediğimi farkettim. Akşam havası temiz ve buz gibiydi. Eve dönüp bisikleti yeniden katladıktan sonra, tekrar camın önündeki sıkışık alana değil, salonda daha ferah bir yer olan boş sütunun yanına dayadım. Orada durması içsel olarak bana da kendimi daha iyi hissettirdi. Camın önü de açılmıştı. Temiz havada yaptığım akşam turunun ardından yatıp rahat bir şekilde uyudum.

Ertesi gün akşamüzeri yine bisikletle bir tur attıktan sonra eve dönerken, köşede çiçek satan Tahsin’den bir demet çiçek aldım. Tahsin, mahallede gözlerinin için gülen insanlardan biri. Nişantaşı’nın kafeleri, restoranları her gün insanla dolup taşıyor. Buralardan yürürken, bir çok insanın birbirine karışan ses ve ifadelerinin içinden geçip gidiyorsunuz. Tahsin’in oradan her geçişinizde mutlu veya mutsuz, ama canlı bir ifadeyle baktığını farkedebilirsiniz. Selam verir. Her an gülmeye de meğilli bir ifadesi vardır. Tahsin’in ifadesi, Tayland’da plajda şapka – gözlük satan yerlilerin ifadesini hatırlatıyor bana. Koh Samui adasında Tayland’ın yerli halkının gözleri de hep parlıyordu. Her an gülmeye hazırlardı. Sanki kendilerine basit bir hayat kurmuşlar ve bu tüketim ortamının içinde eğleniyor gibi gözüküyorlardı. Tahsin’in de genelde böyle bir hali var sanki. Neyse. Çiçekleri aldıktan sonra eve geldim.

Evde bir süredir kullanmadığım vazoya su doldurup çiçekleri vazoya koydum. Bunu yaparken, eve taşındığım ilk yıllarda, kız arkadaşımla saksılara çiçekler ektiğimiz, onlarla konuşarak suladığımız, sevdiğimiz, mutfakta yemek yaptığımız zamanları hatırladım. Beş sene olmuştu. Son zamanlarda biraz daha yalnızdım ve bununla eş zamanlı olarak yaşam alanıma olan ilgim de biraz azalmıştı. Uzun zaman sonra ilk defa çiçek almıştım eve. İçine çiçekleri koyduğum vazoyu tam yoga yaptığım alanın ön çaprazındaki sütünun yanına koydum. Güzel durdu orada.

Sonra nereden aklıma geldiyse, salondaki yoga alanının sol tarafındaki duvara dayalı duran sandığın içinden, iki sene önce Roma’dan aldığım ve sonra kullanmadığım Manduka marka katlanabilir yoga matını çıkardım. Açıp yere serdim. Bu matı çok az kullanmamın ardından “kayıyor” diyerek sandığa tıkmış ve bir daha kullanmamıştım. İkinci bir şans verdiğim bu seferde, ilişkimiz bambaşka oldu. Meğer mat değil, ben kayıyormuşum. Hangi matta yaparsam yapayım o sıralarda kayarmışım belki de. Harika bir matmış! Matla olan ilişkim yenilenerek değişirken, hiç bir şeyi kısa zamanda yargılamamak gerektiği gibi bir düşünce de geçti aklımdan. Her sabah daha büyük bir ilhamla, yeni çiçeklerimin önünde, eski ama yeni matımla yoga yapmaya başladım. Uygulamamı bazı günlerde günde ikiye çıkardım.

Yoga uygulamalarım bu şekilde devam ederken, evde kullanılmadan öylece duran bazı eşyaların varlığını da daha net bir şekilde farketmeye başladım. Okumadığım ve okumayacağım bazı kitaplar her baktığımda biraz daha dikkatimi çekmeye başladılar. Kitapların fazlalığından raflarda sıkışık duran halleri, inceden bir içsel sıkışıklık hissi de veriyordu. Çok da fazla bakmıyordum o yüzden.

Kitapların bu haline bir süreliğine göz yumarak, masaüstü bilgisayarımda kullanmadığım bütün dokümanları çöpe atmaya başladım. Korumak istediğim bazı anıları harici belleklere düzenli bir şekilde depoladım ve ana makinadan sildim. Dizüstü bilgisayarıma da format attım. Makina beş sene önce yeni aldığım performansına döndü. Bununla beraber kafamın derinliklerinde bir yerler de boşaldı ve rahatladı sanki. Daha sonra eski fotoğraf makinalarımı ve aksesuarlarını düzenledim. Icloud aracılığıyla masaüstü ve dizüstü bilgisayarlarımı ve cep telefonumu eşzamanladım. Bütün bunlar olurken bir süredir ilişkimin zayıflamış olduğu ama çok sevdiğim eski arkadaşlarımla da yeniden bağlantıya geçmeye başladım.

Salondaki büyük oturma koltuğunun karşısında duran tekli aile yadigarı kırmızı koltuk, sanki pencerenin önünde biraz dar ve kullanışsız bir alanda duruyor gibiydi. Güzel ve rahat da bir koltuktu aslında ama o alana oturmak hiç içinden gelmezdi insanın. O yüzden oturmuyordum da zaten. Oturduğunuzda cama arkanız dönük gibi oluyordu çünkü. Ve sanki cam açılsa, hafiften ensenize çarparak rahatsız edecek gibiydi. O pencerenin altındaki duvarla koltuğun arasında kalan dar alandaysa bronz bir gazetelik, içine atılmış çok eski bir Depeche Mode plağıyla beraber duruyordu. İkili büyük koltuğun karşısında, bizim tekli kırmızı aile yadigarı koltuğun sol tarafındaysa, eskiden bilgisayar masamın önünde duran çalışma sandalyesi duruyordu. Artık bilgisayar masasının karşısında geriye yaslanarak bacak uzatabildiğim koltuğu kullanıyordum. Dolayısıyla çalışma sandalyesinin enerjisi boşa çıkmıştı aslında. Kullanılmıyordu. Uzun bir süredir öylece duruyordu orada.

Bunu düşünürken, bakışlarım bir anda kendiliğinden camdan dışarıya doğru döndü. Karşı komşum olan, su satan dükkana bakmaya başladım. O sırada dükkanın kapısından orada çalışan çocuk çıkıp, sokağın kenarında eli cebinde ayakta dikilen arkadaşının yanına geldi. Arkadaşı sokağa tükürdü. Sokaktan geçen bir motorlu kornasını durup dururken üç defa ve uzun uzun çaldı. Pencereyi açıp dükkandan çıkan çocuğa doğru seslenerek:

“Naber? Sandalye ister misiniz?”

diye sordum. Yüzü güldü bir anda çocuğun.

“İsteriz abi. İhtiyaç da vardı bizim dükkanda. Nasıl büyük bir şey mi?”

Otuz saniye sonra, sandalyeyi az önce çıktığı dükkanın kapısından içeri sokuyordu. Sandalye giderken mutlu görünüyordu. Böylece evimde de alan açılmıştı. Hemen farkettim enerjinin daha rahat aktığını. Camın önündeki alanda duran aile yadigarı kırmızı koltuğu, sandalyenin gidişiyle açılan yere doğru çektim. Koltukla duvar arasındaki sıkışık alanda duran bronz gazeteliği de bilgisayar masasının yanına doğru aldım. O da böylece kendine daha rahat bir yer buldu. Bunu yaparken bronz gazeteliğin içindeki eski Depeche Mode albümüyle göz kırpıştık. Depeche Mode’un bir kaç şarkısı kulağımda yankılandı. Yirmili yaşlarımda gittiğimiz barlardaki gecelerin duygusu geldi. Bir an heyecanlandım. Sonra sakinleştim. “Yine gideriz bir ara” diye düşündüm. En son doğumgünüm olan 9 Aralık gecesinde güzel eğlendiğimiz geldi aklıma. Çok da uzak bir tarih değildi.

O sırada kapı çaldı ve Hayriye abla geldi. Taa aile evi olan zamanlarımızdan beri bizimle çalışan Hayriye abla. Nefis yemekler yapar. Hep yüzü güler. Enerjiktir. Sesi neşelidir. Hemen mutfakta yemek yapmaya başlamıştı bile. O sırada Hayriye ablanın çocuklarına kitap vermek geldi aklıma. Seslenerek sordum ve kabul de edince kütüphanedeki kitaplardan bir kısmını giderken çocuklarına götürmesi için ayırdım. Kitapların diğer kısmını da kafamda asistanlarım arasında dağıttım. İlerleyen günlerde asistanlarım gelip ayırdığım kitapları aldılar. Kütüphanedeki raflar ferahladı. Raflardaki kitapların duruşu da rahatladı. Artık baktığımda bir tek, her an ihtiyaç hissedebileceğim, bana güç veren kitaplar duruyordu raflarda.

Dolabımda öylece duran, uzun zamandır giymediğim kıyafetlerimi ayıkladım. Bunların özellikle sıcak tutan, kalınca olanlarından bir kısmını sokakta köşede yatan, adını bilmediğim evsiz adama vereceğim. Diğer kıyafetleri doğudaki okullara bağışlayacağım. Hepsi hazır duruyorlar.

Kullanılmayan eşyalarınızın başkaları tarafından kullanılır hale gelmesi çok güzel bir duygu. Bir şeyler vermek zaten ayrıca güzel. Yaşam alanınızda boşluk açılması da çok rahatlatıcı. Size güç veren eşyalarınızla yeniden temasa geçmeniz de destekleyici.

Şu anda penceremi açtığımda hava içeride püfür püfür esiyor. Çiçekler mis gibi kokuyor; yoga alanım bana ilham veriyor. Bisikletim “Hadi bir tur atalım!” diye gülerek bana bakıyor. Kitaplar raflarda rahat ve enerjik bir şekilde duruyorlar. Evimle olan bütün ilişkim değişti. Bununla eş zamanlı olarak hayatımdaki her alanla olan ilişkim de değişmeye başladı.

Belki dağınıklıktan hoşlandığınızı düşünüyor olabilirsiniz. Belki size iyi geldiğini düşünerek, şekil, tarz falan yapıyorsunuzdur kendinize. Yalnızca kullanmadığınız eşyalarınızı vermeyi deneyin. Ne kadar mutlu olduğunuzu göreceksiniz. Yeni sahipleri de mutlu olacaklar. Karışıklığın içinde atılmış, kullanılmadan duran eşyalarınız da yeniden canlanmış olacaklar. Hayatınızda açtığınız boşlukla, size yeni ilhamların gelmesine de alan açılıyor olacak. Kullandığınız eşyalarınızı da düzene sokmayı deneyin. Hayatınızdaki karışıklığın içindeki düzeni ezberlemeye harcadığınız enerji boşa çıkacak ve hayatınıza katılacak. Böylece kendinizi daha canlı hissedeceksiniz.

Belki biraz romantizmin de etkisiyle, sanki dışarıda bir yerlerde bir şeyler tükettikçe güç toplayacakmışız gibi bir hayal içinde yaşıyoruz. Bu yüzden sürekli yeni seyahat ve kaçış planları yapılıyor. Ve kaçmak için yapılan kalitesiz seyahatler aslında bize güç kaybettiriyor. Kaçacak bir yer yok. Kendi evinize doğru bir adım atmadığınız sürece, nereye giderseniz gidin aynı kaotik hal sizinle geliyor.

İhtiyacınız olan gücü, başka yerlerde arayarak değil, bedeninizle ve evinizle kurduğunuz ilişkide bulabiliyorsunuz. Bu ilişkiden güç aldığınız zaman, bir yere gittiğinizde kaçmak için değil, zevk aldığınız için gidiyorsunuz. O zaman nereye giderseniz evinizdeymiş gibi rahat oluyorsunuz.