blog
Tatmin
Bu hayata ne kadar çok şey sıkıştırırsak o kadar tatmin olacakmışız gibi bir düşüncenin etkisinde yaşıyoruz. Bu yüzden bir koşuşturmadır gidiyor. Çok danset; çok eğlen; çok kahkaha at; çok gez gibi..
Eğleniyormuş gibi, mutluymuş gibi yaparak da oyalanıyoruz. Fakat tatmin bunlarla gelmiyor. Hatta aslında bu motivasyonla ne kadar çırpınırsanız, hayatınızdaki tatminsizlik de o kadar büyüyor. Giderek daha fazla tüketiyorsunuz ve daha fazla şey ayağınızın altından kayıp gidivermiş gibi geliyor.
Gözlerinizi kapayıp geçmişinize baktığınız zaman, hayatınızda sayılı anları hatırladığınızı görebilirsiniz. İçlerinde sıkışmış duygular, hisler olan anlar. Belki onbeş, yirmi tane. Belki biraz daha az veya fazla. Önemli değil. Bir tek o anların aklınızda kalmış olmasının nedeni, o anlarda yaşadıklarınızın hissinin çok yoğun olması. Öyle olaylar yaşadınız ki o anlarda, olanları hissetmemeniz olanaksızdı.
Yazımın bu kısmında sizinle benim hayatımda böyle anlardan birini oluşturan bir anımı paylaşmak istiyorum. Basit bir anı. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce bir gün, o zamanki çok yakın bir arkadaşımla, gündüz vakti arabayla Arnavutköy’de Portakal Yokuşu’ndan aşağıya doğru iniyorduk.
Bir anda yolun sağ tarafında bir gurup mahalleli çocuğun kaldırımın üzerinde küçücük bir fareyi daire içine almış olduklarını gördük. Çocukların ellerinde sopalar vardı. Fareye vurmak üzerelerdi. Bu duruma bakarken arkadaşım yavaşlayarak arabayı sağa doğru çekmişti. Bir anda arabadan kendimi dışarı attım. Çocuklara baktım. Gözlerim kendiliğinden fal taşı gibi açılmıştı.
“Ne yapıyorsunuz!?”
diye bağırdım. Mahalleli çocuklar bir adım geri çekildi. O sırada bazılarının yakınları arkada belirdi. Evlerinin kapısından çıkanlar, camdan bakanlar vardı. Ben de onlara baktım. O sırada fare ayağımın dibine geldi. O zamanlar daha hırçın da bir yapım vardı. Farenin ayağımın dibine gelip durmasıyla enerjim daha da yükseldi. Bütün mahalle üzerime gelse hazırdım küçük fare için kavga etmeye.
“Utanmıyor musunuz bütün mahalle birleşip küçücük bir hayvana eziyet etmeye?!” diye bağırdım.
Arabanın içindeki arkadaşımdan,
“Has..tir!”
diye bir mırıldanma sesi geldi. Dönüp ona baktığımda şaşkın bir ifadeyle bana bakıyordu.
Ardından tekrar mahalleliye döndü bakışlarım. Nefesimin hareketini göğüs kafesimde hissediyordum. Biraz bekledim. Aralarından kimse bir şey söylemedi. Fare ayağımın dibinden zıplayarak uzaklaşıp kayboldu. Çocukların arasında en ufak olanla gözgöze geldik. Güldü. Ben de göz kırpıp güldüm. Tekrar arabaya bindim.
Arkadaşım biraz korkmuş ve şaşırmıştı. Arabayı çalıştırıp sahile doğru sürerken,
“Sende evliya ruhu varmış.” dedi. Egom okşandı biraz. Sevdim de o an öyle demesini. Heyecanlı bir şekilde olayla ilgili dışarıdan yaptığı gözlemleri anlatmaya başladı. Onu dinlerken biraz daha sakinleşmiştim. Yaşamış olduğum olayın içindeki kızgınlık yavaş yavaş neşeye dönüştü.
Bu olayı sizinle paylaşmak istememin nedeni tabi nasıl da evliya ruhlu olduğumu anlatmak değil! Bu olayın bir özelliği var. İçinde bir ölüm-kalım anı var. Düşündüğüm zaman görüyorum ki bu olayın içinde bütün bedenimi ve belki daha fazlasını çok yoğun bir şekilde hissetmiştim. Hissettiğim o güce teslim olup, onunla hareket etmiştim.
Hepimizin hayatında böyle anlar oluyor. O anlarda bir şeyler yapıyoruz ve sonra yaptıklarımızı nasıl yaptığımızı bilmiyoruz. O andaki ölüm-kalım durumu bize öyle bir sinyal gönderiyor ki, tüm potansiyelimizin açığa çıkması kaçınılmaz oluyor. O anlarda bedenimizi, enerjimizi tam olarak kullanıyoruz. Bu şekilde hissettiğimiz anları daha sonra geriye baktığımız zaman ön plandaki yaşam kayıtları olarak hatırlıyoruz.
Hayatın sıradan akışında olanları hissetmeden yaşamaya alışmışız. Önemli uyarıcıların olmadığı anlarda genelde donuk yaşıyoruz. Çok şey yap ve hissetme! O sırada gerçekleşmekte olanın öyle büyük ve önemli bir şey olması gerekiyor ki bir anda kendimize gelelim. Potansiyelimiz açığa çıksın. Genelde insan bedenini bir bu anlarda hissediyor, bir de sakatlık vs geçirdiğinde. Bir yerimiz sakatlandığında o parçayı hissediyoruz. Sağlıklıyken ve ortada ciddi manada uyarıcı bir durum yokken bedendeki hislerden kopuk yaşıyoruz.
Oysa yalnızca bu anlar değil, hayatın içinde her an hissederek yaşanabiliyor. Böylece hayatınızın her anında tetikte olabiliyorsunuz. Tetikte olmak derken, ciddi bir durumdan bahsetmiyorum. Ciddiyet insanı gerginleştiriyor. Kastettiğim, o anın içinde olanları bedenin açığa çıkardığı hislerle farkediyor olmak. O zaman ne yaparsanız yapın rahat oluyorsunuz. Olanlara bedenin zekasıyla keskin bir şekilde cevap verecek potansiyeliniz oluyor. Bir kahkaha, gözyaşı, sert bir cevap veya sessiz kalmak.. İçinde bulunduğunuz şartlara göre o anın getirdiği her neyse onu yapıyorsunuz. Her an bütün potansiyeliniz açığa çıkabiliyor.
Bedenden kopuk olduğunuz zaman, bir tek böyle uyarıcı durumlarda veya fiziksel hastalık, sakatlık gibi durumlarda bedenin hissi farkedilebilir oluyor. Hissetme kotanız düşük olunca, yaşanan olayın büyük olması gerekiyor ki bedeninizi yani yaşamınızı hissedin. Bedeni hissetmeden yaşamak, hayatı hissetmeden yaşamak demek oluyor.
Bedeni hissetme kapasiteniz arttığı zamansa hayatla her an bağlantıda oluyorsunuz. Biz bu kapasiteyi arttırmak için yoga yapıyoruz. Böylece yaşamınızın üzerinizdeki sis perdesi kalkıyor. Geriye baktığınız zaman bir kaç an dışında, her şey sabun köpüğü gibi kayıp gitmiş gibi değil de, gerçekten dolu dolu bir hayat yaşamış gibi hissediyorsunuz. Bununla beraber de bütün olanların içinde tatmin duygusu her an kendiliğinden açığa çıkıyor.
Tatmin çok şey yapıyor olmakla değil, yaptıklarınızı hissederek yaşıyor olmakla geliyor.